“Yes”e Dair Bir Düşünce Akışı: Zamanın Ötesindeki Müzikal Evren
Yes’i anlatmak için kelimelerle yarışmanız gerekir. Çünkü bu grup sadece bir müzik topluluğu değil, aynı zamanda zamanın, mekânın, duygunun ve düşüncenin sınırlarını aşan bir varlık gibidir. Her akorunda evrenin başka bir köşesi titreşir; her albümde bir yolculuk başlar, ne zaman başladığınız bellidir ama varacağınız yer her zaman bilinmezdir. Yes, müzik tarihinde sadece bir isim değil, bir eylem hali gibidir: varoluşun ve keşfin cümleye dönüşmüş hâlidir.
İngiltere’nin 1968 yılındaki o çalkantılı sanat ortamında, Jon Anderson ve Chris Squire tarafından kurulan bu grup, başlarda pek çoklarının gözünde sadece bir başka progresif rock girişimi olarak görülüyordu. Ancak ilk albümlerinden itibaren anlaşıldı ki Yes’in derdi sadece şarkı yapmak değildi; onların amacı, ses aracılığıyla bir evren kurmaktı. Klasik müzikle rock’ı birleştirme gayesiyle değil, bizzat bir “Yes müziği” yaratma gayesiyle yola çıktılar.
Yes’in belki de en karakteristik özelliği, her döneminde değişen kadrosuyla bile aynı ruhu koruyabilmesidir. Sanki Yes bir gemi ve müzisyenler onun tayfası gibidir. Bu gemi her seferinde yeni rotalara yelken açar ama yelkenin rüzgârla kurduğu ilişki hep aynıdır. Jon Anderson’un büyülü sesiyle ruh bulan bu müzik, zamanla Steve Howe’un zarif gitar işçiliğiyle, Rick Wakeman’ın klavye labirentleriyle, Chris Squire’ın benzersiz bas tonlarıyla ve Alan White’ın veya Bill Bruford’un çok katmanlı ritimleriyle dev bir anlatıya dönüştü.
Dinleyici için Yes, bir sınav gibidir bazen. Çünkü bu müziği anlamak için sadece duymak değil, hissederek düşünmek gerekir. Kimi zaman on beş dakikayı aşan şarkı yapıları, klasik müzik motifleri, caz armonileri, bilim kurguya kayan sözler ve metafizik bir atmosfer… Evet, bu bir “popüler müzik” değil. Bu, ruhun ve zihnin birlikte çalıştığı, sezgilerle kavranan bir formdur.
Grubun 1971 tarihli Fragile albümü, hem ticari başarıyı hem de sanatsal ağırlığı bir araya getirerek progresif rock tarihine damga vurdu. Albümde yer alan “Roundabout”, sadece hit bir parça değil, aynı zamanda karmaşık bir armonik yapının nasıl akılda kalıcı bir forma dönüştürülebileceğinin de kanıtıdır. Her bölümünde bir başka Yes üyesinin müzikal parmak izi yer alır: Howe’un akustik gitar introsu, Squire’ın ritmik çılgınlığı, Wakeman’ın neredeyse barok sayılabilecek klavye geçişleri ve Anderson’ın eterik sesiyle birleşince “Roundabout” bir şarkıdan fazlası olur—adeta müziğin soyut bir resmi gibi.

Ama esas sıçrayış, 1972’de yayımlanan Close to the Edge albümüdür. 18 dakikayı aşan başlık parçası, klasik müzik formuna en yakın duran rock yapıtlarından biridir. Şarkının her bölümü birbirine temas eder ama bağımsız bir yapı da barındırır. Bu eserle Yes, müzikte zaman kavramını adeta yeniden tanımlar: bir an içinde sonsuzluğu, bir sonsuzluk içinde anı yaşatır.
Yes’in zamanla farklı evreleri oldu. 1980’lerde Trevor Rabin’li kadro ile “Owner of a Lonely Heart” gibi daha radyo dostu şarkılarla tanınırlığını artırdı. Ancak ilginçtir, bu bile onların özgünlüğünü bastırmadı. Her ne kadar daha fazla synth kullanımı, daha sade yapılar öne çıksa da Yes ruhu yine hissediliyordu. Çünkü Yes, formatlardan değil, vizyondan oluşur. Her form değişse de vizyon sabit kalır.
Yes’in müziği bir yolculuksa, sözleri de bu yolculuğun pusulasıdır. Jon Anderson’ın çoğu zaman soyut, sembolik ve evrensel temalar içeren lirik yapısı, kimi zaman anlaşılmaz gelebilir ama bu bilinçli bir tercihtir. Çünkü Yes’in müziği, anlamı sizin oluşturduğunuz bir alandır. Bir Yes albümünü dinlemek, kendi zihninizde bir film izlemeye benzer. Görüntüler yoktur ama ses her şeyi anlatır. İçsel bir sinema yaratır.
Yes aynı zamanda canlı performanslarıyla da adeta bir ritüele dönüşür. Dev sahne düzenlemeleri, sembollerle bezeli ışık gösterileri ve teknik mükemmeliyetin eşliğinde müzik, sadece bir işitsel deneyim değil, çok boyutlu bir serüven hâline gelir. Bu açıdan bakıldığında Yes, hem bir stüdyo harikası hem de bir sahne efsanesidir.
Yıllar geçtikçe pek çok grup dağıldı, yeniden birleşti, kimliği değişti ama Yes hâlâ bir “evren” olarak yaşamaya devam ediyor. Bugün hâlâ aktif bir kadrosu ve dünya çapında bir dinleyici kitlesi bulunmakta. 2017 yılında Rock and Roll Hall of Fame’e kabul edilmeleri ise gecikmiş ama anlamlı bir takdirdi. Bu grup, on yıllar boyunca progresif rock’ın sınırlarını yeniden çizdi, hatta bazı dönemlerde o sınırın ta kendisi oldu.
Yes’i anlamak için sadece bir şarkı dinlemek yetmez. Onların diskografisini bir bütün olarak ele almak, her albümü bir kitabın bölümü gibi incelemek gerekir. Çünkü Yes bir hikâye anlatıcısıdır. Şarkılarıyla, albümleriyle, sahne şovlarıyla… Bu hikâye bazen bilim kurguya, bazen doğaya, bazen de insan ruhunun derinliklerine uzanır.
Sonuç olarak Yes, progresif rock’ın sadece bir ögesi değil, onun ta kendisidir. Onların yaptığı müzik, sadece işitsel bir haz değil, bir düşünsel sıçramadır. Yes dinlemek, bir anlamda evrenle yeniden tanışmak gibidir: Karmaşık ama büyüleyici, zorlu ama ödüllendirici.
Yes, bir cümleyle anlatılamaz. Belki de bu yüzden bu kadar uzun bir hikâyesi var.